Tuesday 8 January 2008

Makedonyada bir hafta: Uzun bir otobüs yolculuğu

Balkanlar, oldum olası hüzünlü rüzgârlar estirir içimde. Güzelliklerle acıları harmanlayan bir rüzgâr… Bir yanda fetihler, doruğa çıkmış bir uygarlığın hatıraları, olabildiğince inceltilmiş hayatlar, türkülere sinmiş derin aşklar, bizi bize akıta akıta bir parçamız olmuş ırmaklar, sarp dağlar, derin vadiler; beri yanda savaş, kıyım, kıtlık, büyük muhaceret, harap edilen ata yadigârı eserler, yitirilmiş güzellikler… Yahya Kemal'in mısraları, hislerimizin tercümanı: “Hicretlerin bâkiyesi hicranlı duygular, / Mahzun hudutların ötesinden akan sular…”

Filmler, kitaplar, oralarda yaşamışlardan akseden hatıralar… Belki bundan dolayı, bir vakitler oralarda yaşamışım gibi hissettim hep kendimi. Ve hep özledim oraları.


Makedonya'daki dostların ısrarlı daveti ve oralarda (Kalkandelen'de) doğmuş, yedi sekiz aylıkken Türkiye'ye gelmiş ama bir daha doğduğu yeri görme fırsatı bulamamış eşimin depreşen sıla hasreti, Makedonya yolculuğumuza vesile oldu.


Yağmurlu bir akşam üzeri (31 Ekim 2005), İstanbul-Esenler Otogarı'ndan başladı yolculuğumuz. Otobüsteki ilk saatimiz sıkıntılı geçti. Bayram nedeniyle fazla yolcu vardı, araya konmuş plastik taburelerde oturmak zorunda kaldı kimileri.

Yolcuların çoğu sigara içiyordu. Sigaraları söndürtmek için epey mücadele ettik. Ama çok geçmeden şoförlerle, yanımızdaki, arkamızdaki yolcularla sıcacık bir sohbet başladı. Meraklarımızı giderecek, gideceğimiz yerlerle ilgili ön bilgilerimizi test edecek sorular sorma fırsatı bulduk. Sıcakkanlı, hoşsohbet, atak Üsküplü şoför Hacı Arif (Ona herkes “Hacı” diye sesleniyor.); Eskişehir'de okuyan, pırıl pırıl bir Türkçeyle konuşan sevecen genç Emre; Prizrenli kibar karı koca, Aliye Hanım ve Müfit Bey, uzun otobüs yolculuğumuzun verimli, zevkli geçmesini sağlıyorlar.


Prizrenli dostlar, ısrarla Kosova'ya da geçmemizi, Prizren'i mutlaka görmemizi öneriyorlar. Prizren'deki şair, ressam dostlarımız Osman ve Ethem Baymak kardeşleri, Zeynel Beksaç'ı tanıyor, onlara yakın oturuyorlarmış. Israrlı davet üzerine, vaktimiz kalırsa gideceğimizi vaat ediyoruz.


Bütün gece Bulgaristan sınırları içinde yol alıyoruz. Büyüklü küçüklü yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Gece olduğu için fazla bir şey göremiyoruz. Yol boyundaki ağaçlar dikkatimi çekiyor bir süre. Kosova Restoran diye bir yerde yemek molası veriliyor. Yemek listesi Bulgarca olduğu halde anlamakta zorluk çekmiyoruz. Bizim yemekler… Şiş, mercimek, lahmacun gibi kelimeleri ses değişikliklerine rağmen anlıyoruz. Sahur niyetine birer kâse mercimek çorbası içiyoruz.


Sabahın ilk ışıklarıyla Makedonya'ya giriyoruz...

Makedonya'nın yüzölçümü 25.000 kilometre kare imiş. Sınırdan girer girmez, muhayyilemizdeki gibi, bu yüzölçümün büyük bir kısmının sarp dağlarla, derin vadilerle kaplı olduğunu görüyoruz. Sonbaharın bin bir renge bürüdüğü dağlar arasından süzülerek, dereleri, dizi dizi kavakları gâh solumuza gâh sağımıza alarak iki saatte Üsküp'e varıyoruz.


Sınırlardaki beklemeleri saymazsak, yolculuğumuz buraya kadar iyi geçti. Özellikle Bulgar ve Makedonya gümrüklerindeki aleni rüşvet istemeleri / almaları yadırgıyoruz. İstanbul'dan Makedonya'ya, Kosova'ya günde on otobüs kalkıyormuş. Makedonya'da yaşayanların büyük bir kısmı alışverişlerini İstanbul'dan yapıyor. Bayram üzeri de olduğu için otobüste ağır yük vardı. Özellikle şoförler bu konuda uzmanlaşmış. Türkiye'den giyim ve bazı yiyecek maddeleri ile otobüste taşınabilecek sair maddeler götürüyor; oradan sigara ve depolarının aldığı kadar mazot getiriyor, böylece küçük çapta bir ticaret yapıyorlar. Gümrüklerdeki sorunları halletmede de beceri sahibi olmuşlar.


“Kaybolan Şehir”

Ovada kurulmuş Üsküp'ü görür görmez Yahya Kemal geliyor yadıma. Ve “kaybolan Şehir” şiiri. Doğduğu, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği bu şehre dair duygularını ihtiva eden “Kaybolan Şehir”, üzerimde derin etkiler bırakan şiirlerdendir. Mırıldanıyorum:

Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyarıdır.

Evlâd-ı Fatihân'a onun yadigârıdır.”

Şehrin yanı başındaki Şar Dağı'na bakıyorum: sisler içinde, bir rüya gibi…

Üsküp ki Şar Dağı'ında devamıydı Bursa'nın.

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Makedonya'nın nüfusu iki milyonu biraz geçkin. Bunun beş yüz bin kadarının Üsküp'te yaşadığını otobüsteki sohbetlerde öğreniyoruz. Nüfusun büyük çoğunluğu Makedon. Hemen Osmanlı'nın izlerini arıyor gözlerim. Ama ne yazık ki Osmanlı kültür kimliğinin önemli unsurları, şehrin silueti içinde varlıklarını pek öne çıkaramıyorlar. Yahya Kemal bahsettiğim şiirinde “Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; / yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz'di o.” diyor ya, farkındaysanız geçmiş zaman kipi kullanıyor. Firûze kubbeler şehre hakim değil artık.


Kaleyi görüyorum önce. Şehre tepeden bakıyor. Taş Köprü'yü görüyorum derken. Şehri ikiye bölen Vardar nehri üzerinde, biraz uzaktan, dimdik gibi duruyor. “Gibi” diyorum, zira yakından bakınca tahribattan onun da nasibini aldığını görüyoruz.


Buradaki Müslümanlar, özellikle Türkler, şehrin sembolü olan köprüye reva görülenlerden şikayetçidirler. Kaynaklarda Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diye anılan ve Mimar Sinan tarafından yapılan köprü, yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmiş.


Ancak Makedonlar, etnik taassupla birçok eser gibi onu da asli karakterinden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapmış. Onarım gerekçeleriyle iki kitabesi de yok edilmiş. Mihrabı, kaza sonucu, denilerek yıkılmış. Türkiye'nin köprüyü aslına uygun şekilde onarma çabalarına da engel olunuyormuş. İşin vahim tarafı, köprü, ilmi kriterlere uyulmadan restore edilerek bir Roma eseri hüviyetine büründürülmek isteniyormuş. Adının da Jüstinyen Köprüsü olarak değiştirilmesi için gayret sarf ediliyormuş. Ülkedeki Müslümanların bu husustaki tepkilerinin sonuç getirmesini diliyoruz.


Taş Köprü, şehrin güneyindeki, Müslümanların oturduğu “Eski Üsküp” ile kuzeyindeki, daha çok varlıklı Makedonların oturduğu “Yeni Üsküp”ü birbirine bağlıyor. Eski Üsküp, daha bakımsız ama mütevazı, kimlikli… Yeni Üsküp ise yüksek apartmanlar, alışveriş ve eğlence merkezleri ve lüks otelleriyle dikkat çekiyor. Her ülkede benzerleri olan bir yerleşim yeri… Geçmişi, bu yönüyle de şimdiye bağlayan bir eser, Taş Köprü.


Vardar'ın üstünde Taş Köprü'den başka iki modern köprü daha var. Okuduğum kitaplardan, eskiden bu nehirde gemilerin geçtiğini hatırlıyorum. Ama şimdi suyu öyle çok fazla değil. Yine de nispeten temiz sularıyla nazlı nazlı akıyor.


Üsküp'te Kale ve Taş Köprü'den başka görülmesi gereken çok eser var: Yahya Paşa Camii, İsa Bey Camii, Mustafa Paşa Camii, Murat Paşa Camii, Saat Kulesi, Kapan Hanı, Sulu Han, Davut Paşa Hamamı, Eski Çarşı… Çoğu 15. yüzyılda yapılmış. Bu eserlerin bazılarına bakıp geçmek zorunda kalıyor, tekrar gelip onları daha detaylı incelemeyi umuyoruz.


Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, Makedonya'nın da içinde bulunduğu coğrafyada yedi bine yakın Osmanlı mimari eserinden söz ediliyor. Zamanla bazıları ihmalkârlıktan, bazıları kasıtlı olarak yok edilmiş. 1963 depreminde de Üsküp'teki bazı eserlerin zarar gördüğünü biliyoruz. Onarımların çoğu özensizce yapılmış. Ama buna rağmen kimliklerini koruyorlar.


Füruzan'ın “İşte Bizim Rumeli”sinden, Üsküp'teki tarihi eserlerle ilgili bir iki cümle not etmiştim: “Bu yapıların ayakta kalabilenleri de gelişmiş bir uygarlığın kesin kanıtları. Bir imparatorluğun salt çalakılıç kurulamayacağını yeniden hatırlatıyor bize. Akıl ve izânın olmadığı yerde sanat olmaz, çünkü...” Bu düşüncelere katılmamak mümkün mü?


Üsküp'te sonbaharı derinden hissediyorum. Yol boylarındaki ağaçlardan dökülmüş yapraklar, kaldırımlara hoş bir görüntü veriyor. Üsküp'e gelmeden uğradığımız Kumanova'da da aynı manzara vardı. İmkânsızlıktan mı bilmiyorum, yapraklar toplanmıyor. Bu da doğrusu, benim çok hoşuma gitti. “Çınarlardan el almış” yapraklara bakarak Bakî'yi yad ediyorum. Ve Yahya Kemal'i tabii ki yine. Dudaklarımda “Hazan Gazeli”nin ilk beyti:

Hazan ki durmadan evrakı sû-be-sû dökülür

Hazinesinden eteklerle reng ü bû dökülür

Bir zamanlar bizimken kaybettiğimiz bir coğrafyada, ata yadigârı eserlerin kalıntıları arasında dolaşmanın ve tarihle şimdiyi karşılaştırmanın ruhuma üflediği hüzünle, şehrin her köşesine damgasını vuran bu sarı kızıl sonbaharın uyandırdığı hüzün birbirine karışıyor. İki inkıraz halhamur oluyor içimde: baharın inkırazı ve ulu bir uygarlığın inkırazı.


Fazla oyalanmadan Kalkandelen'e ( Tetova) hareket etmemiz gerekiyor. Orada bizi bekleyenler var çünkü. Esas konaklama yerimiz orası. Eşim orayı ve akrabalarını merak ediyor.


Otobüsümüz Kalkandelen'e doğru yol alırken, Bizi sarmış olan hüzün daha bir yoğunlaşıyor. Melihat Gülses, kadife sesiyle Üsküp sevda türküsünü söyleyip duruyor, içimde:


Üsküp'ün içinde kumaş biçerler

Sevdadan gayrısı dar gelir bana

Ellerin zoruyla yardan geçerler

Ben yarim bırakmam, zor gelir bana

A. Vahap AKBAŞ www.ayvakti.net

No comments:


"Dünya için üretiyoruz..."