Sunday 17 February 2008

Üsküp de neresi ki?

Emin Akdağ - AKSİYON DERGİSİ

İstanbul’dan 61 sene evvel fethedilen ve yıllarca serhat şehri rolünü üstlenen Üsküp, her türlü olumsuzluğa rağmen yozlaşıp yok olmamak için direniyor. O hâlâ kimliğini korumayı başaran tipik bir Osmanlı şehri.

Yıl 1997. Atatürk Havalimanı’ndaki görevli polis, pasaportunu damgaladığı yolcuya nereye gittiğini sorar. ‘Üsküp’ cevabını alınca şöyle der: “Orası da neresi ki!” Orası, Osmanlı kumandanı Paşa Yiğit Bey ve askerlerince 1392’de, yani İstanbul’dan 61 yıl önce fethedilen ve bugün de kültürel mirasımızın ayakta durduğu bir şehirdir. O yolcu ise Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarihçilerinden H. Yıldırım Ağanoğlu’dur.

Şu an kurumda Rumeli Araştırmaları yapan grubun başkanlığını yürüten Ağanoğlu’nun, “Orası da neresi ki!” sözü sonrasındaki üzüntüsü, tazeliğini hâlâ koruyor. Üzüntünün arka planında, çok önemli tarihî bilgilerden mahrumiyetin dışavurumu kadar, o şehre duyulan sevgi de var.

Fide Yayınları’ndan aldığı teklifle Kahire, Şam ve Açe’den sonra Yeryüzü Mektupları serisinin dördüncü eseri Üsküp Kitabı’nı yazan Ağanoğlu’nun şehre muhabbeti öyle büyük ki: “Şu an özel bir uçak var Üsküp’e, pasaportunu kap gel deseler İstanbul’un her zaman süregelen o trafik sıkışıklığında bile neredeyse kanatlanıp, uçarak giderim havalimanına. Ne de olsa bir sevgiliye kavuşmanın verdiği heyecanı yaşatır Üsküp’e ulaşabilmek.” Çünkü o, anne tarafından Üsküplü. Yugoslavya’daki komünist yönetimin baskılarına dayanamayarak 1955’te göçmüş anne tarafı İstanbul’a. Şimdi ‘orası’, çok sayıda akrabasının yaşadığı, günümüz Makedonya’sının başşehri.

RUMELİ’NDEKİ İKİ MERKEZDEN BİRİ

Ağanoğlu ‘annevatan’ dediği şehre ilk ziyaretini 1981 yılında annesiyle gerçekleştirir. Osmanlı, özelde Üsküp ve genelde de Rumeli sevgisini annesi aşılamıştır. Bu motivasyonla üniversitede tarih bölümünü seçer. Anne ile evlat arasındaki sıradışı sıcaklığın buram buram sayfalarına yansıdığı kitaba dair yazarın bir iddiası var: “Bu kitabı okuyup da Üsküp’ü merak etmeyecek bir kişinin olmayacağını düşünüyorum.” Yazar için şehrin kitapla, kelime bazında gündeme gelmesi bile kazanç.

TİPİK BİR OSMANLI ŞEHRİ

Peki neden? Bu sorgulama cümlesi, tarihî ve sosyolojik gerçeklerin haşmeti karşısında yavan kaçıyor. Osmanlı’nın fetih politikasının nakşedildiği Üsküp, yıllarca ‘serhat şehri’ rolü üstleniyor Batı yakasında. Ağanoğlu’na göre Balkanlardaki Türk ve İslam mevcudiyetinin iki merkezinden biri. Rolünü yeni fetihlerle diğer merkez Saraybosna’ya devrediyor. Artık iç şehir hüviyetine bürünse de hiç önem kaybına uğramıyor. Mimari açıdan eski Yugoslavya topraklarında ve Balkan coğrafyasında en fazla Osmanlı eserinin bulunduğu yer. Birçok cami ayakta. Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murad’ın adını taşıyanı da. Vardar nehri üzerindeki köprü de sapasağlam. Genç kuşaklar inşa malzemesi itibariyle ‘Taş Köprü’ diye bilse ve gayrimüslim nüfus Roma Köprüsü dese de, bir kere İstanbul Fatihi’nin adı verilmiş ona. Bunu reddetmek kimin haddine! Ancak birkaç yıl önce ne yazık ki restorasyon bahanesiyle köprüdeki ‘mihrap nişini’ kırılarak nehre atılmış.

Üsküp, sadece mimarisiyle değil, kültürel özellikleriyle de tipik bir Osmanlı şehri. Ağanoğlu, onlarca defa gittiği, gezdiği, incelediği ve akrabalarıyla buluştuğu şehrin bu yönüne dair şunları anlatıyor: “Eski Üsküp’ün izleri günümüzde de duruyor. Mesela İstanbul’da kaybolan örf, âdet ve geleneklerimizin birçoğunu Üsküp’te gördüm ve yaşadım. Modern hayat bizi bunlardan koparıyor. Üsküp değişime direniyor.”

Şehir direniyor ama son 15-20 yıldır bu uğurda biraz zorlanıyor. Türk televizyonlarının izlenmesini sağlayan çanak antenler değişimi, hadi açıkça ifade edelim, yozlaşmayı hızlandırmış. Ağanoğlu çok net söylüyor: “Çanaktan önce Üsküp hâlâ Osmanlı’nın yaşayan bir şehriydi.” Vardar nehrinin akış istikameti dikkate alındığında; dar sokaklı, tek katlı evleri ve camileriyle Osmanlı’dan kalan eski Üsküp sol tarafta. Sağ tarafta ise modern yapılaşma söz konusu.

Kuşkusuz Cumhuriyet dönemindeki Bulgaristan göçleri de trajik. Ülke kurulurken Yunanistan ile imzaladığımız ve âdeta ‘yangından mal kaçırmaya’ benzeyen dinî inanç eksenli 1923 tarihli Türk-Yunan Mübadelesi de öyle. Ama Yugoslavya göçlerindeki trajedi bir başka. ‘Beş kuruşsuz ve hiçbir hakkı teminatsız’ yollara düşmüş insanlar. Türkiye’de dönemin iktidarı ayrıntıları hesap edemeyince, 479’uncu sayımızda kapaktan yayımlanan Yücel Teşkilatı’nın mücadelesi de akamete uğramış.

GÖÇLERE RAĞMEN KİMLİK KAYBI YOK…

Göçlere rağmen Müslüman Türk, Arnavut ve Boşnaklar Makedonya nüfusunda belirli yere sahip. Tarihî ve kültürel bağların kopmaması; karşılıklı ziyaret programları ve değişik tarzdaki etkinliklerle mümkün. Gerçi akraba kavuşması nitelikli münferit geliş gidişler evvelinden beri hep oluyor. Ama bu, bağları kuvvetlendirme açısından kifayetsiz. Ağanoğlu’nun da vurguladığı gibi bu ziyaretler turistik; Üsküp’ten gelenler de Türkiye’de turist zannedilmiş yıllarca.

Üçüncü nesilde gelinen yer unutuluyor; getirilen değerler erozyona uğruyor maalesef. Birinci kuşak beldesi, köyü, mahallesiyle taşıyor bilgiyi. İkincide şehir adı haricindeki bilgiler hafızadan siliniyor. Üçüncüde, o bilgi de uçuşuyor. “Herhalde Balkanlardan geldik” cümlesine indirgeniyor köklü geçmiş, kültürel yapı, örf, âdet ve görenekler. Neyse ki, sonunda turizm şirketleri Balkanları keşfetti de, bu bilinçle turlara katılanların sayısı artmaya başladı.

Ağanoğlu, Üsküp Kitabı’nı okuyanların neler hissetmesi ve düşünmesini istediğiyle ilgili sorumuz üzerine, “Kendi özelim gibi görünse de kitapta özelden genele ulaşmaya çalıştım. Özelimdeki bilgiler herkesin hayatındaki konular. Herkesin annesi ve anıları var. Anne sevgime ve hatıralarıma bakınca belki kendi annelerini hatırlayacaklar. Anne-babalarının geldiği şehri ve kültürü akıllarına getirecekler. İlla ki yurt dışından ya da Rumeli’nden gelenleri değil, yurt içi göçlerini de kastediyorum. Ankara, Trabzon, Erzurum vs. Kafkaslar gibi yurt dışından başka diyarları da. Her şeyden geçmişiyle bağlantı kuracaklar.” diye konuşuyor. Şu gözle annesini videoya kaydetmediğine de bir hayli pişman: “Eli kalem tutan ve biraz ilgili insanlar bunu yapabilirler. O kadar acayip bir dünyada yaşıyoruz ki, kültür köklerinden kopuyoruz. Farklı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Yemek, içmek ve para kazanmak. Halbuki hayat öyle değil.” Cımbızlamaya değer cümlesi amacını açıkça ortaya seriyor aslında: “Duygulardan yola çıkarak aslında geçmişteki kültürel köklerle irtibat sağlamaya çalıştım.”

RUMELİ OSMANLI’NIN İKİ AYAĞINDAN BİRİYDİ

-Üsküp’ü kaybetmemiz ne manaya geliyor?

Aslında Üsküp’ten ziyade Rumeli’yi kaybetmemizin ne manaya geldiği sorusu önemli. Üsküp, elimizden en son çıkan yerlerden biri. Günümüz Trakya’sı kaldı elimizde. Rumeli’nin kaybını şöyle değerlendiriyorum. Osmanlı Devleti, iki ayağı üzerinde duran bir adamdı. Rumeli’nin kaybedilmesiyle bir ayağı yok oldu. Tek ayak üzerinde duramayan Osmanlı, 8-10 sene dayanamadı ve yıkıldı. Rumeli’nin kaybı bir vatan kaybıydı. Coğrafya parçası kaybı değildi. Kuzey Afrika’da toprak parçasını kaybetmeye benzemiyor. Rumeli bir vatandı. Orada yaşayanlar Türk ve Müslüman’dı. Rumeli ve Anadolu tarafı eşitti Osmanlı’da. Bir taraf gitti, sadece Anadolu kaldı, Osmanlı devleti yıkıldı, günümüz Türkiye Cumhuriyeti bu şartlarda kuruldu. Kaybedilecek başka bir anavatanımız yok diyerek.

-Üsküp anlattığınız kültürel ve mimari özelliklerini nasıl korumuş?

1955’e kadar çok ciddi bir göç yok Türkiye’ye. Müslüman özelliğini korumuş şehir. Dolayısıyla da camiler ve diğer eserler kalmış. Hocaefendiler göçe karşı çıkmışlar. Bu bir kısım insanların göç etmesini engellemiş. Nüfus kalırsa, kültür de kalır.

1 comment:

Goddess Artemis said...

Hem baba hem de anne tarafından en yakın akrabalarımız Üsküp - Gostivar'da yaşıyorlar. Ben de, babaannemin deyimiyle "suyun öte yanından"ım.

Eskiden Buralar Hep Dutluktu...


"Dünya için üretiyoruz..."